VEFA

Eminönü İlçesi sınırları içerisinde bulunan, İstanbul'un eski bir yerleşim yeri olan Vefa semti, bugün İstanbul’un en yoğun trafik akışını sağlayan Aksaray ile Unkapanı arasındaki Atatürk Bulvarı’nın doğusundaki Süleymaniye semti ve Külliyesi’nin Zeyrek semtine bakan yamaçları üzerine kuruludur. Semtin, Bozdoğan Kemeri’nin Haliç tarafı ile Unkapanı yerleşiminin hemen üst tarafındaki Küçükpazar semti arası doğu-batı sınırlarını belirlerken; güney sınırı ise, Süleymaniye ve Hoca Gıyaseddin Mahalleleri ve Molla Hüsrev (Vezneciler) semti ile çevrilmiştir.
Vefa semtinin merkezi ise, İstanbul’un ünlü Vefa Bozacısı’nın bulunduğu kesişme noktasıdır. Başka bir ifade ile Şehir Tiyatroları Reşat Nu­ri Salonu ile eski Hıfzıssıhha Enstitüsü şimdiki adı ile İstanbul Büyükşehir Belediyesi Sağlık Daire Başkanlığı Binası’nın bulunduğu ve kemerlere paralel giden Ce­mal Yener Tosyalı Caddesi ile Şebsefa Ka­dın Camii'nden gelen Kâtip Çelebi Cad­desi ve Süleymaniye'den gelen Vefa Caddesi'nin kesiştiği küçük alandır.

*Vefa İsmi
Şeyh Vefa Efendi’nin adını taşıyan ve onunla özdeşleştirilen semt, cami, medrese ve tek­keleriyle, tasavvuf ehli ve alimleriyle, Osmanlı İstanbul’unda sessizliğini koruyan bir kültür merkezi olarak gelişmiştir. Fatih dönemi ve onu takip eden Sultan II. Bayezid döneminin mutasavvıf ve ulemasından Şeyh Vefa Efendi’nin (Musliheddin Mustafa) burada yaptırdığı külliye dolayısıyla semt “Vefa” olarak anılmaya başlanmıştır.*

Vefa Tarihi

Bizans döneminde de varlığı bilinen semt kentin ana merkezine yakın bir yerleşim yeri olarak dikkat çeker. Kentin en önemli meydanlarından Tauri Forumu kuze­yinde, I. Constantinus, II. Leon gibi im­paratorların saraylarının bulunduğu ken­tin en yüksek 3. tepesinin kuzey­batı yamacı üzerinde oluşmuştu. Semt; kentin ana eksenini oluşturan eski Mese Yolu’nun, Harisius ya da Andronopolis Kapısı'na (Edirnekapı) gi­den koluna yakın bir yörede yer alması nedeniyle de soyluların ve varlıklı ailelerin konut­larının bulunduğu bir semt olarak gelişmiştir.
Vefa semti, Büyük Roma ve Bizans (Doğu Roma) dönemlerinde kentin önemli bir diğer kavşak noktası çevresinde yer alması yanında dini öneme de sahip bir ziyaret yeri idi. Bu yönünü vurgulayan bir ortaçağ efsanesine göre, I. Constantinus döneminde (324-337) Konstantinopolis'e getirilen Ayios Stefanos'un vücudu­nun bu semtte gömülmesi önemlidir [1].
İstanbul’un fethinden son­ra Fatih Sultan Mehmed de Bizans'ın bu sa­raylar bölgesine yerleşmişti. Fatih döneminden başlayarak, saraçlar, demirci­ler, bakırcılar, börekçiler v.b. gibi esnaf grupları da aynı tepe çevresinde yoğunlaş­maya başlamışlardı. Böylece adı geçen te­pe kentin en önemli merkezi haline gel­miştir. Bu gelişmeler Vefa sem­tinin de oluşumunu belirlemiştir.
Semt ağırlıklı olarak tasavvufi yönüyle öne çıkan bir semt olarak gözükmekle beraber, bu özelliği yanında liman bölgesi Unkapanı semtine de yakınlığı nedeni ile şimdiki anlamıyla İstanbul burjuvazisinin yerleşim yeri idi. Vefa; uleması, ticaret ve tarikat ehli insanları ile İstanbul kentinde sosyal hareketliliğin yoğun yaşandığı tarihi bir semti olarak da karşımıza çıkar.
Eski metinlerde “Zeugma” olarak da bilinen Unkapanı semti, Bizans döneminden beri şehrin ihtiyacını karşılamak için gerekli tahıl ihtiyacını karşılayan, Osmanlı dönemindeyse Kapan-ı Dakik İskelesi (un terazisi) adı ile bilinen, un değirmenleri ve depolarıyla Haliç’te gelişen sanayinin ilk büyük kompleks noktasıydı. Vefa semti de bu önemli ticari yapılanmanın yanı başında yer almaktaydı. Haliç üzerinde Unkapanı ile Azapkapı arasında inşa edilen 1836 tarihli “Hayretiye Köprüsü” ile Galata ile Bayezid’i birbirine bağlayan yol nedeniyle eski bir yerleşim olan Vefa semti daha da cazip olmaya başlamıştır.
İstanbul’un yerleşim ve yönetim merkezine yakınlığı sebebiyle şehrin yaşadığı, depremler, yangın, işgaller, salgınlar ve ticari hayatın etkilenmeleri içerisinde kentte yaşanan değişim ve gelişimleri Vefa semtinin tarihi serüveni üzerinde de takip etmek mümkündür. Bizans'ın, son dönemlerinde yaşanan Latin İşgali döneminde (1204-1256) soyluların ve varlıklıların konut­larının bulunduğu bu semt de şehirle beraber tahrip edilmiş ve yağmalanmıştır.
1300 yılları başlarında, burada bir manastır yapılacak kadar yerleşim yoğunluğunun azaldığı görülür. Fetihle beraber, mutasavvıf ve ulemanın ilk yerleşim yerleri olarak dikkati çeken Zeyrek ve Vefa semtleri karşılıklı yamaçlar üzerinde kurulu bir bütün olarak bu bölgeye konumlanmıştır. Fatih Sultan Mehmed’in Zeyrek semtinin hemen arkasında İstanbul’un 4. tepesi üzerinde kendi adını taşıyan Fatih Külliyesi’ni inşa ettirmesi ve oğlu Sultan II. Bayezid’in (1481-1512) yine kendi adını taşıyacak olan ve İstanbul’un 3. tepesi üzerinde yer alan külliyesini inşa ettirmesi, bu bölgeyi Osmanlı seçkinlerinin ortak noktası haline getirmiştir. Dolayısıyla Fatih dönemi ve onu takip eden Sultan II. Bayezid döneminin mutasavvıf ve ulemasından Şeyh Vefa Efendi’nin (Musliheddin Mustafa) burada bir külliye inşa ettirmesi bir tesadüf değildir.
Şeyh Vefa Efendi (Musliheddin Mustafa)’nın lakabını taşıyan ve onunla özdeşleştirilen semt, cami, medrese ve tek­keleriyle, tasavvuf ehli ve alimleriyle, Osmanlı İstanbul’unda sessiz ve derin bir kültür merkezi olarak gelişmiştir.
Semt, İstanbul semtleri arasında kütüphane yapılarıyla da ayrı bir özellik taşımaktadır. Osmanlı döneminde, semt içerisinde ilk kütüphaneyi oluşturan Şeyh Vefa Hazretleri ileri tarihlerde sürdürülecek olan bir geleneğin başlatıcısı olmuştur. Kuruluşunu izleyen yüzyıllarda Şeyh Vefa Külliyesi'nin ek vakfiyelerinde, 919/1513'te muhteme­len Şeyh Vefa'nın oğlu tarafından düzenle­nen bir vakfiyede, gelirleri külliyenin mut­fağına ve kütüphanesine harcanmak üzere çeşitli gayrimenkullerin, kütüphaneye ko­nulmak üzere kitapların bırakıldığı görülmektedir. Daha sonraki tarihlerde Atif Efendi Kütüphanesi’nin yaptırılması buradaki geleneğin sürdürüldüğünü göstermektedir.
İstanbul’un baş derdini oluşturan deprem ve yangınlar her dönemde bölge ile beraber semtin de yıkımına sebep olmuştur. Haliç çevresinde veya mahalle içinde çıkan yangınlar, eğer poyraz rüzgarı esiyorsa İstanbul için olduğu kadar bu şehrin bir parçası olan Vefa semti için de tehlike çanlarını çaldırmıştır. Poyraz rüzgarı şiddetli olduğu zamanlarda Cibali’den veya çevre semtlerden çıkan yangınlar şehrin yarısına yakın kısmını ve Vefa’yı da yer yer kül eden bir ateş felaketine dönüşüyor ve Yenikapı yönüne doğru uzanan büyük yangınların başlangıcı oluyordu.
Sultan III. Ahmed döneminde Cibali’de, Tüfenkhane’de çıkan ve poyrazın etkisiyle Unkapanı’na Küçükpazar, Kantarcılar, Zeyrek, Süleymaniye, Vefa, Şehzadebaşı, Eski Odalar, Acemi Oğlanlar Kışlası, Çukurçeşme, Laleli, Küçük Langa, Aksaray’a kadar uzanan 17 Temmuz 1718 yangınında ilk kez Davut Ağa’nın “nev-icad” tulumbası kullanılmasına rağmen Vefa kurtarılamamıştır.
6 Temmuz 1756 yangını yine komşusu Süleymaniye Mahallesi ile birlikte semti yok etmişti. Hicri 13 Ramazan 1196/ 22 Ağustos 1782 tarihli büyük Cibali yangınında Bayezid ve Süleymaniye Mahalleleri ile beraber yanan Vefa semti İstanbul’un yarısıyla beraber harap olmuştu. Hicri 14 Rebiülahir 1249/ 1 Temmuz 1833 tarihindeki yangın da semti tam bir mahşer gününe çevirmişti.
Vefa’nın son büyük yangını ise, 1918 yılında meydana gelen büyük Fatih Yangını’dır. Bu yangın Vefa semtinin geleceğinde büyük bir değişime sebep olacak bir afet olmuştur. Semt tamamen yanmış ve yıkılmıştır. Meskenler tümü ile yanarken medrese, sıbyan mektebi, sebil, kütüphane binaları ve çeşmeler büyük bir oranda tahrip olmuştur.
Yangın yerlerinin “Bostanlık” denilen büyük boş araziler olmasıyla semt kimliğini yetirmiş, yeni kadostralarla da yeni semt ko­nutları yerlerini almaya başlamıştır.
1930’lu yıllarda terk edilen İstanbul şehri gibi, Vefa da bu dönemin etkilerini yaşamış ve 1950'li yıllarda değişen eski İstanbul semtlerinden Laleli, Fatih, Bayezid, Ak­saray’ın gerilerinde kalarak arka semt kimliğiyle İstanbul’un yeni göçmenlerinin ilk karşılandığı, dar gelirlilerin semti oluvermiştir. 1970’li yıllarda İstanbul’un diğer eski ve komşusu semtlerle paralel olarak, daha da yok­sullaşmış ve yeni kimliği olan atölyeler bölgesi haline gelmiştir.
Vefa, günümüzde özel­likle Siirt ve bir ölçüde de Bitlis kökenli­lerin yoğun olarak bulundukları bir semt­tir. Semt bugün 1876'dan be­ri faaliyette bulunan, ünlü bozacısının ve İstanbul'un en eski liselerinden birisinin adı ile tanınmaktadır. Semte bir zamanlar ülke ça­pında ün kazandıran ve uzunca bir dönem İstanbul'un "üç büyüklerinden” sonraki dördüncü takımı olan Vefa futbol takımı da semti gibi önemini ve gücünü kaybederek şu anda 3. kümeden, İstanbul amatör ligine düşmüş durumdadır[2].
Evet Vefa semti vaktiyle İstanbul'un en gözde semtlerinden biri idi.
Bugün fiiliyatla olmasa da düşünce planında Süleymaniye semtinin korunma altına alınması söz konusudur. Bu düşüncenin kapsamına Vefa semtinin de alınmasını diliyoruz.

Vefa’da Tarihi Eserler
Vefa Kilise Camii

Molla Gürani Camii, Molla Şemseddin Camii ola­rak da bilinen Kilise Camii Molla Şemseddin Camii Sokağı'ndadır. İstanbul’da yer alan diğer kilise camilerinden (Eski İmaret, Fenarî İsa, Zeyrek) ayırt edil­mek için bulunduğu semtin adıyla Vefa Ki­lise Camii olarak adlandırılmıştır.
İlk inşa tarihi 5. veya 6. yüzyıllara tarihlenmekle beraber orta Bizans dönemi içinde 10.-11. yüzyıllarda bugün görülen kilise inşa edilmiş­tir.
İstanbul’un 1204-1261 yılları arasındaki Latin işgalinden kurtuluşu ardından onarılan ya da Katolik sembollerden arındırılan Vefa Kilise-Camii Bizans idaresince önemli ölçüde tamir edilmiş ve batı tarafına bugün binanın giriş cephesini teşkil eden dış bir narteks eklenmiştir. Pencerelerin alt­larındaki korkuluk levhaları ile sütun başlıkları ise 6. yüzyıla ait parçalardır.
Fetihten son­ra, kilise Şeyhülislam Şemseddin Ahmed veya kısaca Molla Güranî tarafından ca­miye çevrilmiştir. Vefa Kilise Camii, İstanbul üzerine yapılan mimarlık ve sanat tarihi incelemelerinde üzerinde yayın yapılan ilk Bizans yapılarından biri olarak dikkat çeker. Kilise-camii 1850'lerde sanat tarihi ya­yımlarına girmiş bulunuyordu. Daha 1830'larda ün­lü Fransız mimar ve Anadolu'da eski eser araştırmacısı Ch. Texier İstanbul'da bu­lunduğu sırada binanın rölevelerini hazırlamıştı.
14 Rebiyülâhır 1249/ Ağustos 1833'teki Cibali yangınında tahrip olmuş olan yapı birkaç yıl sonra mimarisinde bazı değişiklikler de yapılarak ihya edilmiştir. 1937'de amatör bir meraklı Nomidis, dış narteks kubbelerindeki mozaiklerin üzerlerini örten badana tabakalarını temizleyerek, bunları meyda­na çıkarmıştır. Bunlardan ortadakinin göbeğinde madalyon içinde Meryem tasvir edilmiştir. Kubbe iç yüzeyindeki dilimler­de ise, değişik duruşlarda Tevrat peygam­berleri tasvir edilmişti[3]. Bizans resim sanatının canlı üslubunu aksettiren ve bu bakım­dan Kariye duvar süslemeleri ile yakınlık gösteren bu mozaik resimler 2000 yılında cami cemaati ve görevlileri tarafından “hayrına” yer yer tahrip edilmiştir.
Fetih sonrası Osmanlı döneminde, Rebiyülevvel 889/Mart 1484'te düzenlenmiş vakfın ardından esasında mescit olarak kullanılan Vefa Kilise-Camii; 18. yüzyıl veya öncesinde Mehmed Eminzade Hüseyin Ağa'nın oğlu müderris Abdurrahman Efendi tarafından minber koydurularak camiye dönüştürülmüştür. Yapı üzerinde yapılan eklemeler ve onarımlar sırasında minarenin bulunduğu cephe üzerinde, halen harap bir vaziyette bulunan gayet sade bir sebil inşa edilmiştir.

*Molla Gürani Üzerine Osmanlı Kaynaklarında Geçen İfadeler

1440’lı yıllardayız, II. Murad Han’ın hüküm sürdüğü yıllar. Devrin alimlerinden Molla Yegân hacca gider. Dönüşünde Kahire'de mola verir, ilim meclislerine katılır. Üç beş gün de olsa, dağarcığını doldurmaya çalışır.
İste bu sohbetlerden birinde, genç ama heybetli bir âlim dikkatini çeker. Az konuşur, öz konuşur. İfadeleri sade, ama sağlamdır. İnsanların zor kavrayacağı mevzulardan konuşur, ama onu çocuklar bile anlar. Tek cümleye ciltleri sığdırır. Söz ona geldiğinde cemaat taş kesilir, nefesini tutar. Edeple hisse kapmaya bakarlar.
Molla Yegân bu vakara, bu heybete aşık olur. Çıkışta cesaretini toplayıp yaklaşır, "Senin"der, "Buralarda zayi olmana dayanamam. Eğer ilminin kıtalar ötesinde yankılanmasını istiyorsan, hiç düşünme gel benimle!"
Genç âlimin dünyalıkta gözü yoktur. Ancak "Hizmet!" denilince akan sular durur. Hem böylesine samimi bir teklife nasıl "Hayır" denir ki?
Molla Yegân İstanbul’a varınca sultanı ziyaret eder. Murat Han latifeyle takılır: "Bize oralardan ne getirdin?"
Molla Yegân "Öyle bir âlim getirdim ki sultanım." der, “tarifi gayri kâbil, meğer ki tanışsanız gerek!" Padişah merakla sorar:
-Nerede?
-Dışarıda efendim.
-Aman ha, bekletmek ne haddimize.
Ve buyur ederler. Mübareğin önce gölgesi düşer eşiğe. Sonra dağ gibi bir adam girer. Başı adeta tavana değer, esmerdir. Sarığından tasan saçları heybet verir ona. Sakalı simsiyahtır, hatta siyah ötesi. Ama dişleri inci incidir ve gözleri ateş gibi. Mütebbessimdir, lâkin o koca koca ağalar, vezirler toparlanma ihtiyacı hissederler. Sükûtu Molla Yegân bozar. "İsmi Ahmed bin İsmail efendim"der. "Ama Araplar onu Molla Gürani diye tanırlar. Suriyelidir." Murat Han’ın içi ılıcık olur, bu âlime kanı kaynar.
Önce Hüdavendigar Medresesi’ne tayin eder, ardından Yıldırım Medreselerini de ona bağlar. Zaman Molla Yegân'ı hakli çıkarır. Bu kutlu ocaklardan pırıl pırıl âlimler yetişir ve diğerlerine fark atarlar. Öyle ya Molla Gürani'de okumak bir ayrıcalıktır.

Zor Şehzade

Şehzade Mehmed (Fatih) çok zekidir, ancak ele avuca sığmaz. Derslerini vermekte zorlanmaz, ama hiç çalışmaz. Hele ezberle arası hiç yoktur. Çok hocada okur, ama tamamını yıldırır. Zaman zaman öğretmenlerini makaraya alır. Hatta bir keresinde hocasını durdurur: -Aman efendim, ne yapıyorsunuz? der.
-Anlayamadım?
-Mermere basıyorsunuz!
-Eee ne var bunda?
-Az evvel okuttunuz ya hocam. Meryem Validemiz İsa Aleyhisselam'ı taş üstünde getirmedi mi dünyaya. Öyleyse mermere hürmet gerek.
-Ya... Öyleyse çıkar bakayım çorabını.
-Niye hocam?
-Bilmiyor musun aynı Meryem validemiz, İsa Aleyhisselamın beşiğini yün ile örttü. Öyleyse örgüye hürmet gerek.
Ama bütün hocalar böyle hazır cevap olamazlar. Mehmed bir padişah oğludur ve kendisi istemedikten sonra kimse diz çöktüremez ona. Murat Han sıkıntının farkındadır. Evet Molla Yegân, Molla Fenâri, Molla Ayas muhteşem âlimlerdir. Ancak bu haşarı şehzadeyle uğraşmak, on medrese yönetmekten zor olmalıdır. "Acaba onu kim yola getirebilir?" diye düşünürken Molla Gürani'nin siması belirir gözünde. O ana kadar nasıl da aklına getiremediğine şaşar. Dudaklarına alaycı bir tebessüm yayılır. "Hadi bakalım" diye mırıldanır, şimdi derslerini hafife al da, göreyim seni"

Seni Öyle Bir Döverim ki!

Padişah, Molla Gürani hazretlerini yollarken "Eti de senin kemiği de. O bundan böyle senin oğlun. Var bildiğin gibi işle”
Mübarek Manisa'ya vardığı saat, şehzadeyi derse çağırır. Uşaklara bile itibar eder, ama geleceğin sultanını görmezden gelir. Talebesine sıradan biri gibi davranır ve "Otur!" der, "Hayır oraya değil, şuraya!" O güne kadar emretmeye alışan şehzade şaşakalır. Belki de hayatında ilk kez diz çöker. Molla emsileyi açar ve emreder: "Darabe (=övmek) fiilini çek bakayım!" Fatih fiili kafasına göre çeker. Çat pat bir şeyler söyler . Molla Gürani kaşlarını "Olmadı" gibilerden kaldırır, bakışlarıyla azarlar. Sonra üstüne basa basa fiili çeker ve sesini yükselterek misallendirir: Döverim, seni döverim, seni öyle bir döverim ki!..."
Fatih ağlamaklıdır. Dudakları uçuklaya yazar. Korkudan sesi titrer. İçinden son cümleyi tekrar eder. "Darabtühü cidden şediden." Döver mi döver. Bundan böyle saray halkına rezil olmak da vardır işin içinde.
Şehzade artık geceleri ödev yapmaya başlar ve ezberlerini aksatmaz. Daha doğrusu aksatamaz. Ama gün gelir ilmin tadını alır. Eski haşarılıklarından utanır. Çok değil üç beş ay sonra bambaşka biridir o. Molla Gürani hazretleri "Arabi ve Farisi bilmek yetmez" der, "Düşmanlarının da lisanını öğrenmelisin!" Nitekim Fatih Latince, Sırpça ve Rumca öğrenir. Hem konuşur hem yazar.
Ardından "Kafirdir" demez, Şehzadeyi İtalyan asıllı Anconal Giriado'nun önüne oturtur, Avrupa tarihini okutturur. Dahası neme gerek dedirtmez, aritmetiğe, geometriye, astronomiye zorlar. Hepsi bir yana ufkunu açar. İnanç aşılar. Eğer istenirse gemilerin karadan, kağnıların sudan yürüyebileceğine inandırır.
Bir ara Manisa'ya gelen Sultan Murad, oğlunu tanıyamaz. Fatih görünüşte çocuktur, ama çok olgundur. Ufku geniştir sonra. Hedefleri, ideâlleri vardır. İstanbul bunlardan biridir sadece. İşte belki de bu yüzden tahtını düşünmeden bırakır ona.
Sultan Murad Molla Gürani'ye şükranlarını sunarken kelime seçmekte zorlanır. Hatta gözü kapalı vezirlik teklif eder. Mübarek yıllardır bu makama ulaşmak için çalışanları kırmayın. Dostlarınızdan olmayın sonra! Ancak kadılığı reddetmek gibi bir şansı olmaz. Nitekim bir müddet devlet erkânıyla çalışır. Ancak fırsatını bulduğu an ayrılır, apar topar Kahire'ye döner. Belki de vebâlden kaçar.

Hasret

Mısır Sultani Kayitbay Molla Gürani hazretlerinin kıymetini iyi bilir. Kahire ne zamandır bu gür sese hasrettir ve Mısırlılar onu ne kadar özlediklerini anlarlar.
Fatih hocasının Mısır’a döndüğünü duyunca yıkılır. İşte tam o günlerde de koca devlet kalmaz mı eline. Simdi kolu bacağı kesilmiş gibidir. Ona öyle çok, ama öyle çok ihtiyacı vardır ki. Bu güçlü ses yanında olmadan ideâllerine kim inanır? Hem ne kadarını gerçekleştirebilir ki?
Hemen alır eline diviti, Kayıtbay'a bir mektup yazar. Rica eden bir üslupla hocasını ister.
Kayıtbay Molla Gürani Hazretlerine hem haberi iletir, hem de "Gitmeyin hocam!" der, "size ne vâad ediyorsa, fazlasını vereyim!".
Molla Gürani acı acı güler, zor duyulan bir sesle "Sizin veremeyeceğinizi vâad ediyor" der, "Evlatlık!" Ardından " Müsaade edin gideyim. "Benim yüzümden aranıza husumet girmesin." der.
Fatih, Molla Gürani Hazretlerini görünce çocuklar gibi sevinir. Hocasına eserlerini rahatlıkla yazabileceği mekânlar sağlar, ardından Şeyhülislamlık makamına getirir.
Aradan yıllar geçer. Fatih her sultana nasip olmayan zaferler kazanır. Çağlar açar çağlar kapar. Şimdi ayakları yere sağlam basan bir imparatorluğu vardır. Etrafında usta askerler, bilge vezirler ve güçlü sanatkarlar dolanır. Dahası bütün dizginler elindedir artık. Ama en şaşaalı günlerinde bile Molla Gürani hazretleriyle karşılaşınca dizlerinin bağı çözülür. Adımlarını şaşırır. Zira mübarek ona cihan padişahı gibi değil Manisa'da ders okuyan haylaz şehzade gibi davranır. Yanlışlarını evirip çevirmeden yüzüne söyler.

Sarayda İşim Ne?

Osmanlı sarayında sıradan hadiseler bile birer törendir. Bırakın divan ve elçi karşılama faslını, padişahın oturması kalkması, yemesi içmesi dahi merasimdir. Ancak Molla Gürani Hazretleri kurallara itibar etmez, ama mevcut düzeni çiğnemek de istemez. Sırf bu yüzden ayağını atmaz saraya. Ama bir arife günü Fatih "Sizinle bayram başka güzel. Teşrif ederseniz bu fakiri sevindirirsiniz" diye haber yollar. Molla Gürani Hazretleri saray ulağına garip talebeleri gösterir.
"Biz bayramı bunlarla birlikte yapmayı düşünüyoruz" der, sonra elini umursamaz tavırlarla sallayıp "Hem bu yağmurda çamurda sarayda işim ne?" der.
Fatih mâhzun olur. Çocuk gibi içini çeker, "Hâlbuki" der, "biz onların gelmesiyle bayram yapardık, bilmezler mi?"
Mübârek bunu hissetmiş olmalı, ansızın çıkagelir. Ancak alkış, şiir, methiye, mehter, nevbet fasıllarına aldırmaz bile, bahçeyi atıyla geçerek bütün kaideleri alt üst eder. Belki de lisan-i halle "Gururlanma padişahım" der, "senden büyük Allah var!"

Hayırlı Son

Molla Gürani Hazretleri dünya makamlarına rağbet etmez, ancak gençleri yükselmeye teşvik eder. Nitekim gün gelir müderrisliği de bırakır ve mütevazı dergahında bildiği usullerle talebe yetiştirir. Özellikle kıraat (Kur'an-i Kerim'i doğru okuma) üzerinde çok durur.
Büyük Veli gecelerini ibadetle geçirir ve gündüzleri daima oruçludur. Döner dolaşır ölümü anlatır ve ona hazırlanır. Nitekim bir gün talebelerini toplar. "şimdi!" der, "üzerinizde olan hakkımı ödeme zamanıdır. Açın bakayım Yasin-i Şerifi!" Genç mollalar onun son yolculuğa çıkacağını anlar ve çok ağlarlar. Molla Gürani her zamanki gibi sakin ve mütebbessimdir ama bir başka heybettir belirir yüzünde. " Bayezıd'a söyleyin âdalet üzere olsun, insanları himaye, beldeleri muhafaza etsin!" buyurur. "Namazımı bizzat o kıldırsın ve borçlarımı (aslında borcu yoktur) sahiplensin. Size vasiyetim şudur ki: Beni garipler gibi defnedin. Mezarıma ayaklarımdan çeke çeke sürükleyin!"Bayezıd Han hem vasiyete, hem de edebe riayet etmek ister. Onu yine çeke çeke sürüklerler, ama zarif bir hasır üstünde.
Millet Caddesi’nden gün boyu otobüsler tramvaylar geçiyor. Topkapı’ya, Eminönü'ne milyonlar akıyor. Ama Molla Gürani hazretlerinin kabrini bilen o kadar az ki. "Hani" diyorum Fındıkzade yolumuzun üstü. Hiç değilse geçerken bir fatiha okusak. İnanın buna ondan ziyade bizim ihtiyacımız var. Allah-u teala böylesi bir gönül ehline nice şefaat izni verir bilemeyiz. Ama olur ya, belki o dehşet gününde bizi de hatırlar... Kim bilir?

Molla Gürani
Şihabüddin Ahmed b. Ismail b. Osman el-Gürani (893/1488)

813/1410'da Ergani Hilar'da doğdu. Şam, Kudüs ve Kahire'de okudu. Bursa ve İstanbul’da müderrislik ve kadılık yaptı. Şeyhülislam oldu. 893/1488'de vefat etti. Kabri Aksaray Taşkasap Mahallesi’ndedir.

Eserleri

Gayetü'l-Emani fi Tefsiri's-Seb'i'l-Mesani
Ref'u'l-Hitam an Vakfı Hamze ve'l-Hişam
Keşfü'l-Esrar an Kiraeti Eimmeti'l-Ahyar
Feraidü'd-Dürer ve Şerhu Levamiü'l-Gurer
el-Akberi fi Havasi'l-Caberi*

Şeyh Vefa Camii (Vefa Camii)

Semtin ismini taşıyan Vefa bozacısının bulunduğu Vefa Caddesi’nin devamında; Vefa Caddesi, Vefa Türbesi Sokağı ve Darülhadis Sokağı’nın çevrili olduğu arsa üzerinde yer almaktadır. Bu sokaklar ise, 1918 yangını sonrasında yeni parsellerle oluşmuş sokaklardır.
Şeyh Vefa Camii, “Hakan camileri” diye tanımlanan camilerindendir. Banisi Fatih Sultan Mehmed dönemine (1451-1481) aittir. 1476 tarihlidir.
Zeynî tarikatı mensubu olan ve "Şeyh Vefa" olarak tanınan Musliheddin Mustafa Efendi’nin (ö. 1490) kurmuş olduğu tekke bünyesinde oluşturulan ve bir küçük külliyeden müteşekkil yapılar topluluğudur. Kaynakların çoğunda açıklıkla belirtilmiyorsa da günümüze ula­şamamış olan bu yapılardan caminin çift fonksiyonlu bir yapı olduğu, Şeyh Vefa ve dervişleri tarafından tevhidhane olarak kullanıldığı bilinmektedir. Cami yanında bir çifte hamam ve derviş odaları ile meşruta bulunmaktaydı.
Bugünkü yeniden inşa edilen camii dikdörtgen planlıdır. Duvarlar 2 tuğla ve bir taş sırasıyla örülmüştür. Büyük kubbe ve yanlarında iki küçük kubbe ile çevrilidir. Mihrap ve minber mermerden olup, kaidesi altı köşeli, gövdesi yuvarlaktır.
II. Bayezid döneminde (1481-1512), muhtemelen 1481-1490 arasında medrese, derviş hücreleri, imaret niteliğinde bir mutfak ve kütüpha­ne gibi yapıların eklenmesiyle büyük bir külliye haline gelmiştir. 1490 tarihinde Şeyh Vefa'nın vefatı üzere bir de türbe inşa edilmiştir. Zamanla türbe­nin çevresi bugünkü sınırlarında da büyük bir hazireye dönüşmüştür.
Sultan I. Abdülhamid döneminde (1774-1789), 1785-86 yılları arasında yangın sonrası medrese ve derviş hücreleri tamir görmüş, 1894 depremi minarelerde az hasar kalarak atlatılabilmiştir. 1912 yılında ise, iyice harap olan cami yeniden inşa edilmek üzere yıkılmıştır. Fakat araya giren I. Cihan Harbi ve sonrası Kurtuluş Savaşı nedeniyle yapılmamıştır. 1987 yılında inşasına teşebbüs edilmiş ve yeniden inşa edilmiştir. İlk banisine hürmeten yeniden yaptırılan caminin çevre ve diğer ünitelerinin inşasında özen gösterilmemiş, hayır gayemizi nasıl yarım yamalak ortaya koyabildiğimizin bir nişanesi olarak cami, 1994 senesinde bugünkü şekliyle ibadete açılmıştır.
Cami-tevhidhane olarak da kullanılmış olan ibadethanenin güney duvarında mih­raba bitişik olan ve mihraptan da geçilen çilehane yer almaktadır. Şeyh Vefa" yani Musliheddin Mustafa Efendi’ye ait bu çilehane külliyeden günümüze ulaşan orijinal bölümlerden biridir.
Vefa Caddesi üzerinde yer alan külliye kapısından girildiğinde merdivenlerin sonunda yer alan türbe, Vefa Camii’nin güneybatısında bulunmaktadır. Zeyniye Tarikatı Şeyhi Musliheddin Mustafa Vefa ile yakınlarına ait olan beş sandukalı bir türbedir.
Cami etrafında yer alan hazire içerindeyse; Yahya Nevi: divan şairi, bilgin, kadı, müderris ve şehzade hocası idi. Şair Nev'izade Atai'nin oğlu, Nev'izade Atai; divan Şairi, bilgin, kadı, müderris, yazar olarak tarihte yerini alırken, Lala Mehmed Paşa ise; Osmanlı Devleti’nin 46. sadrazamı, III. Mehmed'in lalası olarak dürüst yönetici vasfıyla tanınmaktaydı.

*Şeyh Vefa Hazretleri

Konya'da doğmuş, tahsilden sonra Edirne'de Debbağlar İmamı Şeyh Muslihüddin'den feyz almıştır. Ve onun emri ile Abdüllatif Maksidi hizmetine girmiş, tarikatı ondan tamamlamış ve irşad icazeti almıştır. Zahiri ve batini ilim sahibi, alim ve şair idi. Cuma günü gayet beliğ hutbe okurdu, insanlardan uzak çilehanede yaşardı, dünya erbabına iltifat etmez, dervişlerle sohbeti ve halveti severdi. Fatih Sultan Mehmed onun kapısına geldiği halde onunla görüşmemiştir. Fatih bir müddet beklemiş ve geri dönmüştür. Vefa hazretleri bu duruma üzülmüş ve iki damla gözyaşı yanaklarından süzülmüştür. Yanındakiler “Neden Padişahı kabul etmezsin, hem sen üzülürsün, hem de onu üzersin diye sormuşlar; Şeyh Vefa elinin tersiyle yaşaran gözlerini kuruladıktan sonra onlara; " doğru söylersiniz ama inanıyorum ki, benim ona olan sevgim ve onun bana olan ihtiyacı bize asıl vazifemizi unutturacak kadar büyüktür. Dostluğumuz, sohbetlerimiz, birçok teba'nın işinin yarım kalmasına sebeb olacak. Şimdi anladın mı Sultan dan niçin kaçıyorum" demiştir. Beyazıd Veli ile de sultan görüşmemiştir. Vefat ettiği zaman Bayezıd Han cenazesinde bulunmuş bakmak için yüzünün açılmasını emretmiş, doğru değil demişlerse de ısrar etmiş, açmışlar. Celalli bir duruşu varmış. Halbuki sohbetinde lütf ve cemal üzere idi. Rivayete göre; Şeyh Vefa Hazretleri yüzü açılınca sağ eli ile yüzünü kapatmıştır.
Menkıbeler: Bir bahar günü şeyhe mevsim güzel, haval latif oldu. Allah'ın rahmet eserlerin görmeniz için dışarı çıkmanızı istirham ederiz dediklerinde "Bugün müsaade edin, akşam her zaman yediğimden bir lokma daha fazla yiyeyim de dışarı çıkacak kuvvetim olsun" buyurmuştur.
Vefa Hazretlerinin mahdumları çok muzır imiş. Malum olduğu gibi o devirde sucuların kullandığı kırbaları iğne ile deler, zarar verirmiş. Zarar görenler de, o zat muhtereme hürmet ve hicab ettiklerinde kimseye ve ona bir şey söylemezlermiş. Ta ki Vefa Hazretlerinin kulağına gidene kadar. Hemen hanımını çağırtıp bu çocuğa haram bir şey yedirtip yedirmediğini sorar ve ısrar eder. Helali; en son hamile iken ve aşerme halinde komşusundan habersiz onun bir limonunu delip biraz suyunu içtiğini hatırlar. Vefa Hazretleri hemen komşuya bedelini vermesini ve helallik almasını ister. Hanımı komşusundan helallik aldıktan sonra mahdumun ıslah olduğu görülür.
Kendisine şehrimize, şu kadar ağırlıktaki taşı kaldıran ve şu kadar ağır yük taşıyan birisi geldi dediklerinde; "Abdest ibriğini taşımak, ondan zordur" buyurdu. Çünkü o ağır taşı kaldırma ve ağır yükü taşımada nefsin hazzı vardır. Bunun için nefse kolay gelir. Abdest ibriğini taşımakta ise, nefse aykırılık vardır. Bunun için nefse daha zor ve ağır gelir.*

Molla Hüsrev Mescidi

Kovacılar Caddesi ile Taştekneler Sokağı’nın birleştiği köşede Vefa Lisesi'nin karşısında yer almaktadır. 1460 yılında yaptırılmış olan mescidin banisi ulemadan daha sonraları Şeyhülislam Molla Hüsrev Mehmed Efendi'dir. İstanbul’da yaptırdığı üç camiden biri olan bu ibadethaneye Banisi Molla Hüsrev tarafından 1465 tarihinde bir de vak­fiye hazırlatılmıştır. Bu hayratı için hazırlatılan vakfiyenin yıllık 72603 akçe gelirli bir akarı vardı.[4]
Ahşap çatılı ve kagir olarak inşa edilmiş mescit, yangınlar ve depremler sonucu yeniden inşa edilmiştir. Mescit, bitişiğinde yer alan ahşap meşrutası ile Osmanlı mahalle geleneğinin güzel bir mescit örneğidir. Hüsrev Kethüda Darülhadisi karşısında sebili vardır. Ekmekçizade Ahmed Pa­şa Medresesi’nin yanında yer alan mescidin minaresi 1894 depreminde minaresi zarar görmüş ve Abdülhamid zamanında bir onarım geçirmiştir. Minaresini de içerisine alan en son onarımını 2003 yılında görmüştür.

Sarı Bayezid Camii

Vefa semti ile Unkapanı arasında Sarı Bayezid Sokağı üzerindedir. Banisi Fatih Sultan Mehmed devri (1451-1481) alimlerinden Sarı Bayezid'dır. 1460 yılında inşa edilen cami 1747 ve 1860 yıllarında tamirler görmüştür; kagir kare planlı caminin kadınlar mahfili, iç tavan ve de minberi ahşaptır.

Yahya Güzel Mescidi

Yahyagüzel Sokağı ile Hekimoğlu Ali Paşa Caddesi üzerindedir. İlk banisi Hoca Tobruk, İkinci banisi Yahya Güzel'dir. Bugün mescitten bir iz kalmamıştır.

Revani Efendi Mescidi

Vefa, Kırkçeşmede’dir. Banisi, I. Selim devri (1512-1520) ricalinden şair Edirneli İlyas Suca Çelebi'dir. Şiirlerinde Revani mahlası kullanılması nedeniyle yaptırdığı mescit bu adla bilinir. 16. yüzyıl yapısı olan mescit, 1908 yılında yanmıştır. Harap olan ve dört duvar halinde kalan mescit yıktırılarak yeri yol olarak kullanılmıştır. Yerinde eski Hıfzıssıhha Enstitüsü, şimdiki adı ile İstanbul Büyükşehir Belediyesi Sağlık Daire Başkanlığı Binası’nın bulunduğu Revani Mescidi’nin yıktırılışı Vefa semti tarihi içerisinde bilinç kaybı yaşandığını gösterir.

Mimar Ağa Mescidi

Kâtip Çele­bi Caddesi üzerinde yer alan mescit, Fatih Vakfı Ruznamecisi Zeyni Mehmed Efendi tarafından 15. yüzyılın ikin­ci yarısında yaptırılmıştır.
Esasında medresenin dershane bölümü olan bugünkü mescid IV. Murad döneminde (1623-1640) mescid halini almıştır. Yangın sonrası zarar gören medresenin yıkılması üzerine kubbeli dershane bölümü de mescid haline getirilmiştir. Daha sonraları, 6 Temmuz 1756 tarihli Cibali-Vefa yangınında mescit harap olmuştur. Mescidin karşısında evi olan Mimar Meh­med Tahir Ağa yapıyı 1169/1756 yılında ye­niden inşa ederek minare ilave etmiştir. Cumhuriyet döneminde kadro dışı bırakılan mescid bir süre demirci ve nalbant dükkânı olarak kullanılmıştır. 1959-1960 yılında da yeniden tamir edilerek ibadete açılmıştır. 1980'li yıllarda kuzeyde öncele­ri ahşap, daha sonrada betonarme olarak bir son cemaat yeri ilave edilmiştir. Son onarımına ilişkin doğu duvarındaki kapının alınlığında Nu­ri imzalı 1379/1959 tarihi bulunan bir ayet kitabesi vardır.

Ekmekçizade Ahmed Paşa Medresesi

Vefa Lisesi karşısında Kovacılar Caddesi'nin Taştekneler Sokağı ile birleştiği köşededir. I. Ahmed dönemi (1603-1617) defter­darlarından Ekmekçioğlu Ahmed Paşa tarafından yaptırılmıştır.
Ekmekçioğlu Ah­med Paşa 1606'da başdefterdar olmuş ve I6l8 yılında da vefat etmiştir. Türbe ve sebille bütünleşen bir medreseli külliye yapısı içerisindeki türbesinde medfundur. Sebilin ilk banisi 16 yüzyılda Hüsrev Kethüda olup, 17. yüzyılda ise, Ekmekçioğlu Ah­med Paşa'nın türbesinin yapımı sırasın­da yenilenmiştir.
Medresenin üzerinde yer aldığı sokak dokusu içerinde yer alan Molla Hüsrev Mescidi ve onun kuzeyindeki Hüsrev Kethüda Darülkurrası’nın bulunduğu dokunun 16. yüzyıldan beri biçimlenmiş olduğu­na işaret edilmektedir.
Medresenin mimarı ile ilgili olarak 17. yüzyılın başında hassa mimarbaşı olan Sedefkâr Mehmed Ağa tarafından gerçekleştirilmiş olduğu ise kesin olarak ifade edilememektedir.
Medrese üzerinde zamanla bazı değişiklikler gerçekleşmişse de, medresenin asıl girişi olan Kovacılar Caddesi cephesi­nin ortasında bulunan basık kemerli kapı girişi kapatıl­mış; batı duvarına açılan kapıyla, yeni bir giriş oluşturulmuştur.
Ha­len “İlim Yayma Vakfı Yüksek Tahsil Ta­lebe Yurdu” olarak kullanılmakta olan medre­se; dikdörtgen planlı bir avluyu çepeçevre saran revakların gerisinde ‘U’ oluşturacak biçimde dizilen hücreler ve "U"nun açık kalan ucuna yerleştirilen ders­haneden oluşmaktadır. Medresenin dershanesi ise, girişin karşısında değil, yanda, uzun eksenin ucuna yerleştirilmiştir.
İlk tasarımında 17 hücresi olan med­resenin türbeye bitişik olan ilk hücresi sokaktan kullanılan bir dükkâna çevril­miştir. Bu değişiklik için hücrenin revak yönündeki kapısı iptal edilmiş, Kovacılar Caddesi üzerindeki duvarı yıkılarak cep­hesine bir sivri kemer yapılmıştır. Gü­ney ve batı kolunda toplam 9, kuzeydo­ğu yönünde 8 hücre bulunmaktadır[5].

Recai Mehmed Efendi Sıbyan Mektebi ve Sebili

Kovacılar Caddesi üze­rinde bugün yol seviyesinden l metre kadar aşağıda kalmış bir vaziyettedir. Artık çukur diye ifade edebileceğimiz bir halde bulunmasıyla ilk olarak dikkat çeken sebil; Vefa semtinin bugünkü terk edilmiş halinin ve sahipsizliğinin bir temsilci gibidir.
Recai Mehmed Efendi Sıbyan Mektebi ve Sebili, III. Mustafa döneminde (1757-1774) inşa ettirilmiştir. Dönemin reisülküttablarından Recai Mehmed Efen­di tarafından 1775 tarihinde yaptırılmıştır. Sıbyan Mektebi ve Sebili üzerinde yer alan yazıtlar ise, hattat Yesarî Mahmud Efendi tarafından yazılmış­tır.
Sıbyan mektepleri; külliyelerin bir parçası olarak yer alan yapı parçaları iken Lale Devri ve sonrasında bağımsız olarak da inşa edilmeye başlamıştır. Recai Mehmed Efendi Sıbyan Mektebi de bunların ilk örneklerindendir.
Bir sebil veya çeşme ile birlikte tasarlanan sıbyan mekteplerinden biri olarak inşa edilmiş olup dönemin zevki olan barok ve rokoko süsleme özelliklerine de sahiptir. İki katlı taş, tuğla karışık bir duvar ör­güsü ile inşa edilen mektebin birin­ci kat cephesinde ise mermer söveli pencereleriyle dershanesi bulunmaktadır. Bu cepheye giriş kapı­sı, çeşmeler ve sebil yerleştirilmiştir. Sıbyan mektebi halen depo ola­rak kullanılmaktadır[6].

Atıf Efendi Kütüphanesi

Vefa Caddesi üzerinde Bilim ve Sanat Vakfı karşısında, Şeyh Vefa Camii bitişiğinde yer alır. Va­kıf kütüphanesidir. Bugün Kültür Bakanlı­ğı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Mü­dürlüğü Süleymaniye Kütüphanesi Mü­dürlüğü'ne bağlı bir birim olarak hizmet vermektedir.
Planı, yapı strüktürü ve konumu ile dikkat çekici bir yapı olan Atıf Efendi Kütüphanesi, şehrin eski sokak topografyasına uydurulmuş görünüşüyle İstanbul’un eski Türk ev mimarisinin gü­nümüze kadar gelebilmiş nadir örnek­lerindendir[7].
Havva Koç’un çalışmasından öğrendiğimiz üzere kütüphane, I. Mahmud döneminde (1730-1754) üç kez baş defterdarlık yapmış, divan sa­hibi şair Atıf Mustafa Efendi (ö. 1742) ta­rafından 1741'de kurulmuştur. Dış giriş kapısı üzerinde "Dârü'1-Kütüb-i Atıf” ya­zılı 1289/1872 tarihli kitabesi, okuma sa­lonu girişinin sağ duvarında ise bir mer­mer levha üzerinde kabartma sülüs ya­zıyla vakfiyesinin özeti bulunmaktadır.
Kütüphanenin vakfiyelere göre, gelir kay­nakları ve idaresi belirlenmiş olan kü­tüphanede üç hafız-ı kütüb, bir şeyhü'l-kurra, bir suyolcu, bir mücellit, bir ma­rangoz ve bir ferraş (temizlikçi) görev­lendirilmişti. Kütüphanenin yanına inşa edilmiş olan üç meşruta evde oturmala­rı şart koşulan hafız-ı kütübler haftada beş gün kütüphanecilik görevinde bu­lunmanın yanısıra kütüphanede cemaat­le kılınacak namazlarda imamlık ve mü­ezzinlik yapmakla yükümlüydü. Kütüp­hane salı ve cuma günleri dışında açık olacak, günlük çalışma güneşin doğu­şundan bir saat sonra başlayıp, batımından iki saat önce bitecektir.
Atıf Efendi'den sonra oğulları Mehmed Emin, Ömer Vâhid, torunları Ömer Hüsâmeddin ve Abdülkâdir efendiler kütüphaneye kitap vakfettikleri gibi, Atıf Efendi'nin kayınbiraderi Darphane-i Âmire Başkâtibi Hacı Ömer Efendi'nin kitapları da ölümünden sonra evinin sa­tılması üzerine 1743'te Atıf Efendi ko­leksiyonuna katılmıştır.
Kurulduğunda 2.857 kitapla hizmete açılan kütüphane, Kültür Bakanlığı ve çeşitli kişi ve kurumlardan gelen kitap­larla gelişmektedir. Nisan 1993 itibariyle 3.228'i yazma, 24.597'si eski ve yeni basma olmak üzere toplam dermesi 27.825'tir. Yazmalar içinde Nefî'nin evinde yazdığı divandan başka pek çok müellif hattı, çok eski nüshalar, güzel ciltler, tezhip ve minyatürlü eserlerle mühür albümleri yer alır.

Şehit Ali Paşa Kütüphanesi

Bugün Vefa Lisesi’nin avlusunda yer alan, kütüphane olarak in­şa edilmiş bağımsız tarihi bir yapıdır.
Saraya damat olmuş, III. Ahmed'in dönemi (1703-1730) Sadrazamlarından Ali Paşa tarafın­dan yaptırılmıştır. Enderun'dan yetişmiş, rikâbdar, çuhadar, silahdar un­vanlarını alarak vezirliğe yükseltilmiş ve III. Ahmed'in kızı Fatma Sultan ile ev­lenerek saraya damat olmuş değerli bir devlet adamıdır. Kütüphaneyi 1127/1715'te inşa ettirişinden bir yıl sonra 17l6'da Petervaradin'de şehit düşmüş olan Ali paşa, Belgrad da Kanuni Sultan Süleyman Camii'nin av­lusuna kanlı giysileri ile gömülmüştür. 70 yıl sonra da mezarı Hadersdorf Ormanı'na ta­şınmıştır.
Bugün Vefa Vak­fı, Vefalılar Derneği binası olarak kullanıl­makta olan yapı boşluk halinde bırakılmış alt kat üzerin­de kütüphane binası şeklinde inşa edilmiştir. 1894'teki depremde harap olmuş­ olmasına rağmen onarılarak hizmete sokulan kütüphane binası bu görevini 1920 yıllara kadar devam ettirmiştir. Kütüphanenin kitapları ise 1933 yılında 2.843 yazma ve 65 basmadan oluşan bir koleksiyon halinde Süleymaniye Kütüphanesi'ne taşınmıştır.
Yapı 1970'e dek Vefa Lisesi Kütüphanesi'nin deposu olarak kullanılmış, 1971 yılında da Vakıflar İdaresi’nce onarılmıştır.
Kütüphanenin batı cephesinde, yuvarlak kemerli, ze­mini doldurulmuş bir çeşmesi ve mer­diven altında bir mihrap nişinin yer aldığı bir namazgah yeri bulunmaktadır. Yapının biri giriş kapısında, diğeri içeride olmak üzere iki tane ki­tabesi vardır[8].

Beşinci Vakıf Hanı

Semtin tarihi ile ilgili yazılı kaynaklarda ismi sıkça geçen ama kendisi pek de bilinmeyen, gözlerden epey ırak bir yapıdır. Vefa semtinin Beşinci Vakıf Hanı ile ilgili bilgileri en net şekliyle ancak Yıldırım Yavuz’un makalesinden öğrenebilmekteyiz. Osmanlı’nın son dönem mimari örneklerinden biri olan Vefa semtinin bu tarihi yapısı ile ilgili bizlere şu bilgiler aktarılmaktadır:
“İstanbul’da 1911'de, Vakıflar İdaresi’ne ait bir dizi işhanı ile aynı yapı programı çerçevesinde tasarlandığı için Vakıf Ha­nı adı ile anılan bu öğrenci yurdu, Şehzadebaşı'ndan, Vefa'ya inen Dede Efendi Caddesi üzerindeki Vefa Lisesi bah­çesinde yapılmıştır.
1848'de eğitime başlayan, 1890'da yüksek bölümün açılmasıyla gelişen ve II. Meşrutiyet döneminde programı yeni­den düzenlenen "Darü'l-Muallimin" öğ­rencilerini barındırmak için, beş katlı bir bina olarak planlandığı halde, Cumhuriyet'in ilanına kadar ancak ilk üç katı bitirilebilmiştir. 1923'te üstten iki katı eksik olarak işletmeye açılan bina, aynı yıl adı "Yüksek Muallim Mektebi", daha sonra da "ilk Öğretmen Okulu" olarak değişti­rilen bu eğitim kurumuna uzun yıllar servis vermiş, 1950'lerin başında ise biti­şiğinde kurulan "Vefa Erkek Lisesi"ne yatakhane binası olarak devredilmiştir.
I. Ulusal Mimarlık Dönemi'nin ünlü kuramcılarından Mimar Kemaleddin Bey tarafından tasarlanmış olan Beşinci Vakıf Hanı, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde kentin çeh­resini değiştirmeye başlayan yeni mimari anlayışın ilginç örneklerinden biridir” [9].

Vefa 'da Eğitim ve Vefa Lisesi

Vefa semtinin, Süleymaniye'ye yakınlığından dolayı eğitim ihtiyacı ilk yıllar Süleymaniye külliyesinden karşılanmaktaydı.
Daha sonraki yıllarda 1872'de bugün Eminönü Halk Eğitimi Merkezi'nin bulunduğu yerde, Dersaadet İdadi-i Mülkiye-i Şahanesi adıyla eğitim veren okul kısa zamanda gelişmiş, 1881'de bugün de eğitim yapılan Vefa'daki Mütercim Rüşdü Paşa Konağı'na taşınmıştır. İstanbul'un bu en eski ortaöğretim kurumu Vefa İdadisi adı­nı almıştır.
1910 yangınında bina, evsiz kalan ailelere verildiğinden okul, Veznecilerdeki Saffet Paşa Konağı'na geçmek zorunda kalmış ve bu yıllarda adı Vefa Sultanisi'ne çevrilmiştir. Balkan Savaşı sırasında da okul bi­nası hastane olarak kullanılmıştır. 1914 yılında okul, önce bugün Cağaloğlu Anadolu Lisesi'nin, sonra da aynı semtteki Anadolu Kız Mes­lek Lisesi'nin bulunduğu binaya taşınmıştır.
Okul 1917'de Vefa'da, Şehzade Külliyesi'nin arkasında, Dede Efendi Caddesi üzerinde bulunan kendi binasına naklolunmuştur. 1925 yılında lise bölümü kapatılmış; okul, 1930'a kadar ortaokul olarak öğretime de­vam etmiştir. Sonra bina Yüksek Öğretmen Okulu olarak kullanılmaya başlanmıştır.
1949'da bu okulun kapatılmasıyla bina Vefa Lisesi'ne yeniden verilmiştir. 1958 yılında okulun bünyesinde İstanbul'un ilk akşam lisesi açılmış ve 1976'da da bu okul Pertevniyal Lisesi'ne aktarılmıştır.
Günümüzde ana bina olarak kullanılan ya­pı, 1971'de hizmete girmiştir. 1990-1991 öğretim yılında Vefa Anadolu Lisesi bölü­mü açılmıştır ve okul 1994-1995 öğretim yılında da bütünüyle bu statüye kavuşmuştur[10].
Vefa semti, eğitim alanında uzun yıllar İstanbul Üniversitesi’nin bir dalı olan Coğrafya bölümü ile 2003 yılından itibaren Hasan Ali Yücel Eğitim Fakültesi’ni de bünyesinde yaşatmaya başlamıştır. Eğitim alanındaki bu çeşitliliğini bir zamanlar sadece Süleymaniye’de var iken, sonradan genişleyerek Vefa'ya kadar ulaşmıştır. Bu devlet kurumları yanında özel bir girişim olan ve çağdaş eğitime yeni bir soluk getiren Bilim ve Sanat Vakfı’nın eğitim seminerleri yine Tarihi Vefa semti bünyesinde 2001 yılından itibaren devam etmektedir. İstanbul’un Osmanlı dönemi ilk ulema semti olarak yer alan Vefa’nın tarihi geçmişinin yeniden canlanmasının en önemli göstergesi de bu seminerler olmuştur.

Hamamlar

Vefa Hamamı

Hamam, Vefa meydanında idi. Günümüze ulaşmayan hamam için Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde; İstanbul'da Osmanlıların eliyle ilk yapılan hamam demektedir. Fatih Sultan Mehmed'in yaptırdığı hamamları sayarken; “Birincisi olarak, Irgat Hamamı, ikincisi Azebler Hamamı, üçüncü ise Vefa Hamamıdır" demektedir. Hamamın Fatih Vakfiyesi’ne bağlı olduğunu ve Fatih Sultan Mehmed tarafından Şeyh Vefa Camii yapılırken 1476 yılında inşasına başlandığı bilinmektedir. Hamam günümüze ulaşmamış olup, hamamın bulunduğu yer olarak iki görüş bulunmaktadır. Birincisi bugün, metronun Vefa çıkış noktası olan, yani Şeyh Vefa Camii’nin bulunduğu adanın batı köşesine denk gelen yerde olduğu. Diğer görüş ise, yine caminin yer aldığı adanın bu sefer doğu köşesi olan ve halen otopark olarak kullanılan arazi üzerinde bulunduğu görüşü. Vefa Külliyesi kendisi üzerinde yeni çalışacak araştırmacın araştırmacılarını beklemektedir.

Büyük Kovacılar Hamamı

Kovacılar Caddesi ile Katip Çelebi Caddesi’nin birleştiği yerde bulunmaktaydı. Günümüzde mevcut değildir. Hamam, Pertev Paşa Vakfı’ndan olup İzmit'te Mimar Sinan yapısına akar olmak üzere yapılmıştı.
Kovacılar Hamamı, 1923 yılında Unkapanı'na açılacak yeni bulvar için yıktırılmıştı. İstanbul'un tarihi eserlerinden biri olan bu güzelim yapı sadece Evliya Çelebi gibi birkaç yazarın eserinde ve birkaç insanın akıllarda kalarak yok olmuştur.

Vefa’da Çeşme Olmak

Şehir vandalizminin ilk uygulama alanı İstanbul’da hep çeşmeler olmuştur. Önce deposu yıktırılır, sonra kitabesi sökülür derken, kamyonla çarpılır. Tarihi yarımada başta olmak üzere İstanbul genelinde her müteahhitin bir kerecik olsun yapıverdiği küçük günahlardan biridir, bu.
İşte Vefa semtinde İstanbul Şehri’ne has her sokak başında bir çeşme, mahallenin ana arterlerinde küçük veya büyük, ahşap veya kagir bir veya birkaç sebil yer almaktaydı. Semtin sebilleri, halen harap da varlıklarını sürdürmektedir. Sebillerden biri, Vefa Kilise-Camii bitişiğinde basit bir sebil şeklindedir. Semtin en dikkat çekici sebili Recai Mehmed Efendi Sıbyan Mektebinin Sebilidir. İlk banisi 16. yüzyılda yaşamış olan Hüsrev Kethüdadır. Ekmekçizade Ahmed Paşa Sebili olarak da bilinen sebilden başka Atıf Efendi Kütüphanesi’ni geçince dört yol ağzında, köşebaşında bir başka sebil vardır. Rehabula Kadın Sebili olarak bilinen bu sebilde 1971 onarımı sonrası geçirdiği yangının izleri halen görülmektedir. Banisi Şahkulu Mehmed Efendi’nin hanımı olan Rehabula Kadın’ın kabri de burada bulunmaktadır. Sebil haziresinde var olduğu bilinen 1734 (H.1147) tarihli kabir taşı ise günümüze ulaşmamıştır.
Semtin ayakta kalan çeşmelerinden biri de Vefa Çeşmesi’dir. Süleymaniye'ye yakınlığından dolayı çeşme Süleymaniye Maksemi’ne bağlı idi. Bugün metro inşaatının yanı başında haznesi yıkılmış halde durmaktadır. Bunun yanında Molla Hüsrev Mescidi’nin bitişiğindeki çeşmesi eski kayıtlarda taş tekneler adıyla bilinir. Tanışık’ın İstanbul Çeşmeleri adlı eserinde bahçe ve hayvan sulamaya müsait acı su çeşmesi ifadesi kullanılmış olsa da son on yıldır o da akmamaktadır. Semtin ve İstanbul’un en eski çeşmelerinden biri olmasına rağmen Molla Hüsrev Efendi’nin 1839 (H. 1317)’de tekrar yenilenen vakfının geliri ile 19. yüzyılda Şakir Hoca tarafından tekrar inşa edilmiştir. Semtin bir diğer önemli çeşme sistemidir. Bu da Kovacılar mevkiinde yer alan Kırk Çeşmeler ise yine Şeyhülislam Molla Hüsrev Efendi tarafından yaptırılmıştır. Unkapanı’ndan gelip Vefa yokuşundan çıkan yüklü insanların mola yeri olan, ayrıca da araba ve sürücü beygirlerin sulandığı meşhur Taş Tekneler 1930’lu yılların yol kurbanı olmuştur.

*Vefa'da Kahvehane
İstanbul'un vazgeçilmez unsurlarından ve hatta bütün semtlerde özellikle Osmanlılar döneminde bir kültür merkezi olarak bilinen kahvehaneleri Vefa semtinde de var olmuştur. Vefa' da oturan zengin ve ilim irfan sahibi kişilerin sık sık gittiği kahvehaneler yani kıraathaneler günümüzde büyük değişime uğramıştır. Artık bu mekânlar kültür merkezi olmaktan çok boş konuşmaların havada uçuştuğu ve işsiz insanların oyun oynadığı yerler haline gelmiştir.
Günümüzde, Vefa civarında hemşeri kahvehaneleri (Kehtalılar Kahvesi, Tunceliler çay ocağı vs.) olduğu gibi üniversitenin etkisiyle öğrencilerin devam ettiği cafelere, oyun salonlarına ve eğlence mekânlarına rastlanmaktadır.*

*Vefa Spor Kulübü
Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde ve Cumhuriyet’in ikinci ihtilal tecrübesi denemelerinin yaşandığı yıllarda çok tanınan bir spor kulübü vardı. Evet bu kulüp, Vefa İdman Yurdu adıyla kurulmuş, Cumhuriyet döneminin Vefa Spor Kulübü’dür.
1941-1975 yılları arasında, İstanbul 1. liginin en güçlü takımların­dan biri olan Vefa Spor Kulübü, 1946-1947 sezonunda Fenerbahçe'nin arkasın­dan averajla ikinci olmuştur. Bugün mahalli ligde yer almasına rağmen 1960’lı yıllarda inişli çıkışlı da olsa büyük başarılara imza atmıştır. 1970’ler Türkiyesi’nin çalkantılı yılları sanki Vefa Spor Kulübü’ne de yansımıştır. 1962-1963 sezonu so­nunda 2. lige düşmüş, 1961-1965 se­zonunda yeniden 1. lige çıkmıştır. Ancak 1973-1974 sezonu sonunda yeniden 2. lige, ar­dından da 3. lige düşmüştür[11].
Bugün dahi amatör ruhun temsilcisi olan Vefa Spor Kulübü Türk spor tarihinde bir çok ünlü futbolcuyu da yetiştiren bir ocakdır. İlk kuruluşu da buna bir örnektir. 1908 yılında, II. Meşrutiyet'in ilanından he­men sonra Vefa İdadisi öğrencilerinden Saim Turgut Aktansel, Zeki (Baban), Hikmet (Barlan), Rıfat (Baban), Sudi Cavit (Oral), Tevfik (Kut), Yusuf Ziya ve Sabri Beyler tarafından Vefa İdman Yurdu adıyla kurulan kulüp; Yeşil-beyaz renkleri se­çmişti, Süleymaniye Camii karşısın­daki ahşap bir evde faaliyete geçmişti.
90 yılı aşan tarihi içerisinde Vefa Spor Kulübü, futbolun yanı sıra voleybol, basketbol ve boks dalla­rında da varlık göstermişti[12]. Vefa Spor Kulübü, Vefa semtinin kulübü olmasına rağmen, Karagümrük semtindeki “Çukurbostan" adıyla da bilinen ama bu kulübün adını taşıyan stadta faaliyet göstermekte idi. 1945 yılında Vefa Lisesinden yetişen Hasan Âli Yü­cel, milli eğitim bakanı iken Karagümrük Spor Kulübü'nün elinden stadı alarak Vefa Spor Kulübüne vermişti. Bu nedenle hala bu eski Bizans açık sarnıcı Vefa Stadyumu olarak bilinir.*

*Vefa Bozacısı
Bugün Türkiye'nin en tanınmış boza imalat fir­ması olan Vefa, bu semtte yer almaktadır. Vefa bozacısı o kadar meşhurdur ki, semt mi ismini bozacıya verdi? Yoksa bozacı mı semte ismini verdi karıştırılır. Bugün Türkiye genelinde de yaygın bir biçimde Vefa denildi mi bozacı anlaşılmaktadır.
Boza, Orta Asya step içeceği olmasına rağmen, Asya veya Kafkaslar üzerinden değil de Balkanlar’dan İstanbul’a geldiğinde bu şehrin damak zevkine uygun bir değişim de geçirmiştir.
"93 Harbi" sırasında yani Osmanlı-Rus Savaşı nede­niyle Rumeli'den İstanbul'a yoğun bir göç olmuştur. Savaştan hemen önce, 1876'da Karadağ sınırındaki Prizren Kasabası’ndan gelen Arnavut genci Sadık, bir süre mahal­le aralarında seyyar bozacılık yaptıktan sonra, Vefa semtinde küçük bir bozacı dükkanı açtı. O zamana değin boza, çok tutulan bir kış meşrubatı olmasına rağmen, iptidai usul­lerle yapılmakta, gerek imalat, gerekse mu­hafaza için fıçılar kullanılmakta ve bu fı­çılar kötü kokmaktaydı. Prizrenli Sadık sat­tığı bozaları kendisi imal etmeye başladık­tan sonra, fıçı yerine mermer küpler kul­lanmaya başlamış, hem sağlık açısından hem de mermerin serin tutma özelliği nedeniyle bozanın çabuk ekşimesi önlenmişti. Genç bozacı aynı zamanda dükkanını şık leblebi ve tarçın kaplarıyla, çeşit çeşit kepçeler ve güzel bardaklarla donatarak, lezzetini geliştirdiği bozanın orada içilmesini de bir zevk haline getirmiştir.
Boza'nın merkezi Vefa'dadır, işletmenin sadece bir tane şube­si vardır, bu şube Eminönü Meydanı'ndaki tarihi bir binada faaliyettedir. Bununla birlikte, işletmede imal edilen bozayı satan pek çok büfe, muhallebici dükkanı vb. kentin dört bir yanında bulunmaktadır. Vefa Bozası hayli zamandır kurumlaşmış bir işletmenin ünlü mamulü olarak İstan­bul'un kış aylarının özelliklerinden birisidir. [13]
Vefa o dönemlerde muteber bir semt olma özelliğini sürdürdüğü için dükkanın müşterileri arasında hatırlı şahıslar bulun­maktaydı. Bunlardan birisi olan Sikkezenbaşı Hattat Fettah Efendi saraydan öğren­diği meşrubat tariflerini genç bozacıya ak­tardı, o da sadece yılın belli aylarında içi­len bozanın yanısıra, şıra, limonata, bazı şerbet türleri, dondurma ve salep yapma­ya başladı; ünü birkaç yıl içinde bütün İs­tanbul'a yayıldı, kentin başka yörelerinden pek çok kimse akın akın Vefa'daki bu ye­ni bozacının bozasını, mevsim kış değil­se, diğer içeceklerini tatmaya geldiler, bu­na rağmen, o başka semtlerde şube açma doğrultusunda kendisine yapılan teklifleri reddetti, iki dükkana birden yetişemeyeceğini, müşterinin kendisini daima işin başın­da görmesi gerektiğini, dükkanları çoğalta­yım diye lezzeti bozarsa kimsenin artık ona da, bozasına da itibar etmeyeceğini söyledi. İmalatı artınca da, kardeşi İbra­him'i Prizren'den getirtti. İki kardeş bir ara­da işletmelerini kurumlaştırdılar. Yıllar iler­ledi hacca gidip Hacı Sadık Efendi ve Ha­cı İbrahim Efendi oldular.
O zamanki takvimle “334 yangını” di­ye de anılan büyük Fatih yangınında (1918) Vefa harabeye dönünce iki kardeş dükkanı kapatmayı ve işten çekilmeyi dü­şündüler ama Hacı Sadık Efendi'nin Suriye cephesinden, savaştan dönen oğlu İsmail Bey, babasını ve amcasını teşvik edip onlara yardım etti. Onların ölümünden sonra da işletmenin tüm sorumluluğunu yüklendi. Soyadı kanunu çıkınca Vefa soyadını alan İsmail Vefa, boza imalatının bir fabrika üretimine dönüşmesine ve Vefa Bozacısı’nın mamulünün ülke çapında nam kazanmasına önayak olmuştur.*


Kaynakça
Anonim, " Vefa ", Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, VII., (1994), 372-373.
Anonim, " Vefa Bozacısı ", Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, VII., (1994), 373.
Albercht Berger, “Konstantianai”, a.g.e, V., (1994), 57.
Semavi Eyice, " Vefa Kilise Camii ", a.g.e., VII., (1994), 373-375.
Ayhan Doğan, " Vefa Lisesi ", a.g.e, VII., (1994), 375.
Cem Atabeyoğlu, " Vefa Spor Kulübü ", a.g.e., VII., (1994), 375-76.
Cem Atabeyoğlu, " Vefa Stadyumu ", a.g.e, VII., (1994), 376.
Edhem Ruhi Öneş, A. Kadir Baytur, Hayrettin Alp, Mabedler Şehri İstanbul Tarihi Mescid ve Camileri, İstanbul 1998.
M. Nermi Haskan, İstanbul Hamamları, İstanbul 1995.
M. Orhan Bayrak, İstanbul'da Gömülü Meşhur Adamlar, İstanbul 1998.
M. Orhan Bayrak, Türbeler Sözlüğü, İstanbul 1998.
Esra Güzel Erdoğan, “Şehit Ali Paşa Kütüphanesi”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, VII., (1994), 146.
Yıldırım Yavuz, “Beşinci Vakıf Hanı”, a.g.e, II., (1993), 173.
Zeynep Ahunbay, “Ekmekçizade Ahmed Paşa Medresesi”, a.g.e, III., (1993), 146.
Doğan Kuban, “Recai Mehmed Efendi Sıbyan Mektebi ve Sebili”, a.g.e, VI., (1994), 311.
Havva Koç, “Atıf Efendi Kütüphanesi”, a.g.e, I., (1993), 399.
Ayhan Doğan, “Vefa Lisesi”, a.g.e, VII., (1994), 375.
Feriha Öztin, 10 Temmuz 1894 İstanbul Depremi Raporu, Bayındırlık ve İskan Bakanlığı Deprem Araştırma Dairesi Yayını, Ankara 1994.
Wolfgang Müler-Wıener, Bizans’tan Osmanlı’ya İstanbul Limanı, İstanbul 1998.
İzzet Kumbaracılar, İstanbul Sebilleri, İstanbul 1938, I., 37.
İbrahim Hilmi Tanışık, İstanbul Çeşmeleri, İstanbul 1943, II., 129.
Ömer Faruk Şerifoğlu, Su Güzeli, İstanbul 1995, 63.
Komisyon, Eminönü Camileri, İstanbul 1987, 143.
[1] Bir ortaçağ efsanesine göre, I. Constantinus (Büyük) döneminde (324-337) Konstantinopolis'e Ayios Stefanos'un vücudu­nu getiren konvoy, kente bugünkü Unkapanı bölgesinde ulaşmıştı. Rivayet olundu­ğuna göre, güya cenaze arabasını çeken katırlar ileri gitmemek konusunda inat edince, azizin vücudu indirilerek oraya gö­mülmüş, üzerine de bir kilise inşa edilmiştir. Az sayıda da olsa bazı kaynaklarda ise, sa­ray ve kilise için "Constantinus'un yeri" an­lamına gelen "Konstantinianai" adı kulla­nılmıştır. Konstantianai Sarayı, daha sonraki yıl­larda bir manastıra dönüştürülmüştü. Fa­kat bu olayın, Konstantianai Kilisesi eklen­diği zaman mı, yoksa daha sonra mı ger­çekleştiği konusunda açık bilgi yoktur. Manastırın 13. yüzyılda varlığını sürdürdüğü kesinlikle bilinmektedir. Buraya ilişkin son kaynak ise, 1389'da şehri ziyaret eden bir Rus hacıya aittir. Günümüzde saray ve ki­liseden herhangi bir parçaya rastlanmaz. (Albercht Berger, “Konstantianai”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, V., (1994), 57.)



[2] Cem Atabeyoğlu “Vefa Spor Kulübü”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, VII., (1994), 375; Anonim, “Vefa”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, VII., (1994), 372-74.


[3] Semavi Eyice, “Vefa Kilise Camii”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, VII., (1994), 373-375.

[4] Komisyon, Eminönü Camileri, İstanbul 1987, 143.
[5] Zeynep Ahunbay, “Ekmekçizade Ahmed Paşa Medresesi”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, III., (1993), 146.

[6] Doğan Kuban, “Recai Mehmed Efendi Sıbyan Mektebi ve Sebili”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, VI., (1994), 311.

[7] Havva Koç, “Atıf Efendi Kütüphanesi”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, I., (1993), 399.

[8] Esra Güzel Erdoğan, “Şehit Ali Paşa Kütüphanesi”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, VII., (1994), 146.
[9] Yıldırım Yavuz, “Beşinci Vakıf Hanı”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, II., (1993), 173.

[10] Ayhan Doğan, “Vefa Lisesi”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, VII., (1994), 375.
[11] Cem Atabeyoğlu, " Vefa Spor Kulübü ", Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, VII., (1994), 375-76.

[12] Cem Atabeyoğlu, " Vefa Stadyumu ", Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, VII., (1994), 376.
[13] Anonim, " Vefa Bozacısı ", Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, VII., (1994), 373.